25 Eylül 2010 Cumartesi

Deyim mi, Demeyim mi- Melek Çe


Melek Çe, Deyim mi, Demeyim mi, İstanbul, Ekim 2009, 2.b., 197 s., Uğurböceği Y.

Bu kitapta deyimlerin anlamları bizlere öyküler yoluyla sezdirilmeye çalışılmış, böylece deyimlerin anlamlarının daha kolay akılda kalması sağlanmaya çalışılmıştır.

Kitaptan Bazı Bölümler:

SABAH, nineciğim:

- Haydi, beraber komşumuz Ahsen Hanım’a uğrayalım. Epeydir görüşmedik, halini hatrını soralım dedi.

Böylesine düşünceli bir teklife hayır denir mi?

- Olur , Nineciğim, dedim ve tıklattık Ahsen teyzenin kapısını. Ahsen Teyze bir telaş bir telaş...

- Teyzeciğim, bu ne telaş, bir sey mi oldu? diye sordum.

- Sorma sorma komşucuğum. Az önce bir telefon geldi. Memleketten misafirim

geliyormuş hiç hazırlığım yok demez mi?

- Biz ne güne duruyoruz Ahsen teyze diyerek işe koyulduk

Ahsen teyze yemek pişirdi, nineciğim börek açtı, ben de paklayıp akladım. İşimiz kısa sürede bitti.

- Bu yorgunluğun üzerine kahve iyi gider, dedi Ahsen teyze. Bir güzel kahve pişirdi.

Kahvelerimizi yudumlarken:

- Size nasıl teşekkür etsem bilmem. Hızır acil gibi yetiştiniz. İki ayağım bir pabuca girmişti, dedi.

Nineciğim bu sözlere güldü ve:

- Deyim mi demeyim mi? diye sordu. Anladım ki yine taşı tam gediğine oturtacak.

- De bakalım nine, dedim. O da başladı anlatmaya. Biz de merakla dinledik.

Ne olduysa İstanbul’un o eski güzel günlerinde olmuş. Sokaklarda sonbahar yapraklarının uçuştuğu bir gün, ilk mektepler açılmış. Henüz yeni öğretmen olmuş Beyazıt adlı bir genç de, heycanla okula doğru yürüyormuş. Tez canlı olduğu her halinden öyle bellyimiş ki, bir gören olsa, kuş olup uçacak diye düşünürmüş. Bir adım, iki adım üçüncüde hop havaya! Bir adım bu kez ikincide hop zıpla!

Dilinde de dillerden düşmeyen bir marş!

Bu şekilde yürüyerek ulaşmış ilk mektebe.

Sınıfa girince kendisine bakan tam on altı çift göze gülümsemiş. Neşeli, heyecanlı, meraklı, kimi ağlamaklı; yani cin gibi gözlermiş bunlar.

Yüksek sesle:

- Hepiniz hoş geldiniz, demiş öğrencilerine. El üstünde tutulan bir konukla konuşur gibi konuşmuş onlarla. Onlar da el üstünde tutulan bir konuk gibi terbiyeli cevap vermişler.

İşte böyle başalamış her şey! Beyazıt öğretmen dizinin dibine oturduğu her

öğrenciye elifi , be’yi öğretmiş. Saçlarını okşamış. Bu cin gibi gözlerden uyku süzülmeye başlayınca marş söyleyip uyandırmış onları.

Canları, üçleri beşleri birbirleriyle çarpıp toplamaktan sıkılınca renk renk boyalarını çıkartıp türlü türlü resimler yapmışlar . Mor dağlar sıralanıp gitmiş, uçurtmalar uçmuş, kayıklar yalnız bir gezintiye çıkmış, akşam olmuş, güneş batmış ve mektep dağılmış sonunda.

Havanın sıkıntıdan patladığı günlerde ise erkek öğrencileri güreştirimiş Sınıfta halka olur, ortada bir er meydanı açarlar, küçük merdane olmalarına rağmen onlar da tıpkı ataları gibi, rakiplerine el ense çeker, çırpar, künde atar ve sırtlarına tuşa getirilermiş.

Beyazıt öğretmen kız öğrencileri ayırmaz, onlarada atıcılık öğretir. Oklarını hedefe tam isabet ettirmenin yollarını gösterirmiş.

Günler böyle geçip gidiyor ve bahar mevsimi yaklaşıyormuş. O dönemde bahar mevsimi gelince mekteplerarası yarışmalar ve gösteriler yapılırmış. Tam baharın başladığı gün, ahali büyük meydanda toplanır, ilk mekteplarin hazırladığı gösterileri ve yarışmaları izlermiş. Bazen hatırı sayılır kimseler; paşalar, vezirler, din bilginleri gelip izlermiş bu gösterileri.

Bu sebeple okuldaki her öğretmen öğrencilerini gösterilere en iyi şekilde hazırlamaya gayret edermiş. Öğrencilerin seçilmesi onlar için de övünç kaynağı olurmuş çünkü. Beyazıt öğretmen de elinden geleni ardına koymamış ve öğrencilerin hazırlığını tamamlamış.

Gösterilerin yapıldığı gün geip çattığında kendilerine bir ağaç gölgeliğinde yer beğenip gösterileri izlemeye başlamışlar. Ne var ki Beyazıt öğretmen, gece gündüz hazırladıkları gösterilerin,talimini yapmaktan o kadar yorgunmuş ki, ayakkabılarını çıkarıp ağaca yaslanmakta bir sakınca görmemiş . Öğrenciler de onun gibi ayakkabılarını çıkarıp oturmuşlar. Beyazıt öğretmen ağaca yaslanır yaslanmaz derin bir uykuya dalmış. Dalar dalmaz da rüya görmeye başlamış.

Rüyasında başı beyaz bulutlarla kaplı yüce bir dağın huzurunda duruyormuş. Dağın huzurundan dizi dizi kelebekler, arılar, tilkiler geçiyormuş. Sıra, önde bir dolunay ve arkasında bulunan on altı tane ay ve yıldıza gelmiş. Bu grup diğerlerinden farklı olarak ayaklarını birleştirmiş, tavşan gibi zıp zıp zıplayarak geçmiş dağın huzurundan. Onları bu halde görünce dağı bir titreme almış. Ancak dağ titredikçe üzerlerine sarı sarı çiçekler dökülüyormuş.

Dünyanın en güzel yerinde Beyazıt öğretmenin Mehmet adlı öğrencisi:

- Sıra bize geldi öğretmenim, diye bağırmış!

Bir anda uyanan Beyazıt öğretmenin tez canlılığı tutmuş. Telaşla iki yağını bir ayakkabıya giymeye çalışıyormuş. Başarmış da! Öğrencileri de aynı onun gibi yapmışlar iki ayağını aynı pabuca sokunca, ancak tavşan gibi zıplar tabi.

Öğretmen önde öğrencileri arkada zıp zıp zıplayarak çıkmışlar meydana.

Meğer padişah gelmiş gösteriyi izlemeye. Meydanı en güzel gören yerde oturuyor, başında beyaz sarığıyla heybetli bir dağ gibi görünüyormuş.

Padişah da ahalide zıp zıp zıplayarak meydana çıkan grubu görünce kahkayı koyvermiş. Bunun gösterinin bir parçası olduğunu düşünüyorlarmış.

Padişah güldükçe çil çil altınlar atmış Beyazıt öğretmenin ve öğrencilerinin üzerine.

O gün, Beyazıt öğretmenin öğrencileri, güreş ve atıcılıkta birinciliği kimseye kaptırmamışlar. Hem de insanlara “İki ayağını bir pabuca sokmak” deyimini hatıra bırakmışlar.

O günden sonra ne zaman işini aceleye gitiren biri olsa, iki ayağını bir pabuca sokuyor denilir olmuş.

Deyim mi, Demeyim mi, s.55-64.

8/ E sınıfından Aziz Mert Köroğlu okudu, bizler için alıntıladı.


"Bıyıklarını Balta Kesmemek" Deyiminden:

Bağ ülkesinin padişahı izzet elbisesini giymiş, kudret kılıcını kuşanmış ve karşılanış onu

O gün Dağ ülkesinin padişahı ne kadar uğraştıysa da Bağ ülkesinin padişahının bıyıklarını

kesmeyi başaramamış. Ne balta kâr etmiş, ne kılıç. Böylece padişahın bıyıklarını kesmeden

ve ülkeyi zaptetmeden geri dönmüş.

...

Bağ ülkesinin halkı sevinç içindeymiş. Padişahların gücünü anlatmak için “Onun bıyıklarını balta bile kesmez” diyorlarmış. İşte o günden beri güçlü insanlar için bıyıklarını balta kesmez deyimi kullanılır olmuş.

Deyim mi, Demeyim mi, s.11 v.d

7/C sınıfından Ahmet Halil Babacan okudu ve sizler için alıntıladı.

Bağlantı Kurmak:Alexander Graham Bell - Naomi Pasachoff


ALEXANDER GRAHAM BELL : BAĞLANTI KURMAK

Sağırlara konuşmayı öğretme çabaları telefonu icat etmesine yol açan Bell, yaşamının sonuna kadar bir mucit olarak kalmış, havacılık konusunda bir öncü olmuş, kurduğu derneklerle pek çok bilim adamına araştırmalarında destek vermiştir. Yazarımızda bizlere günümüzdeki iletişim çılgınlığının başlangıcını anlatmak, Alexander Graham Bell’in buna nasıl katkıda bulunduğunu gösterebilmek, Bell’in sadece telefonu nasıl bulduğunu değil, aynı zamanda havacılık alanındaki çalışmalarını anlatmak için bu kitabı yazmıştır. Anlayabileceğimiz gibi kitabımızın hedef kitlesi Alexander Graham Bell ve yaptığı çalışmalar. Bizlerin de bu kitaptan çıkarması gereken birçok sonuç var. Ama en önemlisi pes etmemek. Alexander Graham Bell hayatı boyunca birçok engelle karşılaşmıştır ama pes etmemiş. Haytımız her zaman kolay olacak diye bir şey yok. Tabi ki bazı engeller karşımıza çıkacaktır. Ama önemli olan engelleri aşabilmek için çaba gösterebilmektir.

Yazarımız bu kitabı yazmasındaki amacına gayet iyi ulaşmıştır. Kitabı çok akıcıydı. Dil ve üslubu da çok iyiydi. Anlatım biçimlerinden tanımlama, örneklendirmeyi kullanmış. Anlatım biçimlerine örnek verecek olursak tanımlama bölüm ortalarına konulan elektromanyetizma, ses, konuşma ve işitme, telefon gibi konular hakkında verilen bilgilerde, örneklendirmeyi ise Alexander Graham Bell’in arkadaşı (Watson) çok iyi dost olduklarını ve nasıl tanıştıştıklarını yazmış. Yazar bunu Watson’un 50 yılı aşkın bir süre sonra yayınladığı özyaşamöyküsünden bir yazı ile örneklendirmiştir. Sayfalarda bulunan Alexander Graham Bell, ailesi, eşi ve çocuklarının resimleri kitaba renk katmış. Kitabın dıştan görünüşü biraz sıkıcı olsa bile içindeki yaşamöyküsü gayet güzel. Kitapta bulunan bir diğer pürüz ise bölüm ortalarına konulan elektromanyetizma, ses, konuşma ve işitme gibi konularda verilen bilgilerin bulunduğu yer kötüydü. Bu bilgiler bölüm ortalarında olmak yerine bölüm sonlarına konulsaydı bölümlerin içinde kopukluk yaşanmamış olurdu. Böylece kitap daha iyi anlaşılabilirdi. Ayrıca sayfalarda bulunan Alexander Graham Bell’in çalışmalarının çizimleri de pek anlaşılır sayılmazdı. Kitabın bölüm olarak ayrılması okuyanlar için bir kolaylık olmuş. Böylelikle bölümleri günlere dağıtarak kitabı daha kısa sürede bitirme şansı oluyor. Yazarın bizlere kitabın başında yazdığı not sayesinde bölümlerin başlıkları hakkında bilgi edinip bölümü daha iyi kavrayabildim. Kitabımızın sonunda bulunan zamandizin sayesinde kitabı özet olarak tekrar etmiş oldum. Bu çok güzel bir ayrıntı. Tabi yazarın kitabın sonunda yazdığı teşekkür yazısını da geçmemek lazım.

Alexander Graham Bell’in yaşamöyküsü gerçekten okumaya değer bir kitaptı. Alexander Graham Bell hakkında bilmediğim birçok bilgiyi okuduğum bu kitap sayesinde öğrenmiş oldum. Kitaptan bunun yanında birçok sonuç çıkardım. En önemlisi de pes etmemek. Hayatta hiçbir şey kolayca elde edilemez. Kitap gerçekten güzel ve akıcıydı. Ama günümüzde böyle kitaplar pek okunmuyor. Aslında kitaplar bizim için birer başvuru kaynağı.

Naomi Pasachoff,çev:Leyla Uslu,Alexander Graham Bell:Bağlantı Kurmak,4.basım , Ankara, 1996, 149 s.

Bazı Notlar:

ISBN: 975-403-292-0 ; ilk basım Temmuz 2003 (2500 adet)

Kitap, Tübitak Popüler Bilim Kitapları'nın 178.'i kitabı olarak, Yaşamöyküsü dizisinin 5. kitabı olarak basılmış.

Orijinal adı: Alexander Graham Bell: Making Connections

8/ E sınıfından Cansu Paşmakçı okudu, yorumladı.

Siz de yorum bırakabilirsiniz...

Mavi Madalyon- Yılmaz Erdoğan


MAVİ MADALYON

"Mavi Madalyon" Yılmaz Erdoğan tarafından yazılmış. Yazının türü daha çok otobiyografiye benzese de hikaye türünün özelliklerini barındırıyor. Kitabımızda Ömer adlı bir çocuğun yıllar sonra ailesinin üvey ailesi olduğunu öğrenip, can dostuyla gerçek ailesini aramaya çıkmasını ve bulmasını anlatıyor. Bu olaylar içerisinde de madalyonun esrarı çok ilgi çekiyor.

Kitap oldukça akıcı ve gereken yerlerde bizlere gerekli olan dersi veriyor. Fakat bazı yerlerde bilgi doluluğu olmuş. Örneğin, Ömer ile İsmail Ankara’nın tarihi yerlerini gezerken gereğinden fazla bilgi verilmiş. Bu da okuyucuyu sıkmış. Ben olsaydım sadece yüzeysel bilgilerden bahseder ve bitirirdim.

Bunların yanı sıra biraz olağanüstü olmuş her şey. Ortaokul çağında olan çocukların trenle şehre gelmeleri ve onun birkaç saniyesinde başlarını sokacak ev bulmaları masal tarzında olmuş. Ben olsaydım gerçek anne ve babasını bulma yolunda biraz sorunlar çıkartırdım. Böylece masal tarzını veren kısım olmamış olurdu. Fakat madalyonun esrarı ve çalınma olayları bütün ufak tefek detay hatalarını unutturuyor.

Son olarak da hikayenin sonunda ailesine kavuşmasında annesinin bulunmaması sonu biraz kırık bitirmiş. Sonuçta anne ve babasını ilk defa göreceği için biraz daha uzatılarak Ömer ‘in ailecek yaşayacakları mutlu günlerden bahsedilebilirdi.

Kitapta eleştirdiğim noktalar kadar benim için yanlış olmasa da keşke burası böyle olsaydı dediğim yerler de var. Bunların başında; Ömer’in ailesinin gerçek ailesi olmadığını babasının söyleyerek değil de, daha gizemli bir şekilde öğrenmesi geliyor. Ayrıca başlarda biraz koruyucu ailesiyle yaşadığı günlerden biraz daha bahsedilebilirdi.

Fakat bunların hiçbiri kitabın ne kadar keyif verici ve maceralı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bence macera dolu ve akıcı kitaplar seven herkes bu kitabı alıp okumalı ve ne kadar keyif verici olduğunu görmelidir.

Künye:

Yılmaz Erdoğan, Mavi Madalyon, İstanbul, 8. b., Mart 2010, 159 s., Timaş Y.

ISBN: 975-263-176-2


8/ E sınıfından Merve YAŞAR okudu, yorumladı.


Siz de yorum bırakabilirsiniz...